Atıksız Yaşam: Neden?

Her etkinlikte detaylı detaylı anlatıyorum, hatta önceliği ve çoğunluğu sebeplerimize ayırıyorum. Çünkü nedenini iyice içselleştirmeden nasılını sürdürülebilir kılamayız diye düşünüyorum.

IPCC’nin 6. Araştırma Raporu’na göre durum ortada, iklim değişikliğinin sebebi tartışmasız bir biçimde insan! Üstelik burada kastedilen sadece Amerika’daki, Avrupa’daki, Çin’deki ya da Arap Yarımadası’ndaki insanlar da değil. Sen, ben, biz, hepimiziz. Çünkü az ya da çok hepimizin bu sürece katkısı oluyor ne yazık ki 🥲.

Basit olarak iklim değişikliğinin ne olduğunu tanımlayalım. İklim Değişikliği iklimde görülen sıcaklık ortalamalarının uzun yıllardır (mesela 1000 yıl kadar filan) görülen ortalamaların üstüne ya da altına doğru seyretmesi demek. Üstüne seyretmesine küresel ısınma diyoruz. Küresel olarak nasıl mı ısınıyoruz? Şöyle: Dünyamız Güneş’e belli bir mesafede duran ve etrafında dönen bir gezegen. Isı kaynağı Güneş. Isı ışıma yoluyla Güneş’ten Dünya’ya ulaşıyor. Ulaşıyor ulaşmasına ama ısının bizim yaşayabileceğimiz sıcaklığa dönüşmesini sağlayan şey gezegenimizi bir battaniye gibi saran Atmosfer. Atmosferde başta su buharı ve ozon olmak üzere pek çok gaz bulunuyor. Bu gazların bir kısmı Güneş’ten gelen bu ısıyı depoluyor, böylece Dünya’nın yüzey sıcaklığı -15 derece olmak yerine yaklaşık olarak +18 derece olabiliyor. +18 bildiğimiz tüm yaşamın var olmasını sağlayan sıcaklık. Tüm bitkiler, hayvanlar ve mantarlar bu sıcaklığa göre evrim geçirmiş ve adapte olmuşlar.

İşte gezegeni bu şekilde sıcak tutan bu etkiye sera etkisi, sıcak kalmasını sağlayan gazlara da sera gazları deniyor. Sera gazları genel olarak şöyle: Su buharı, Ozon, Karbondioksit(CO2), Azot oksit (N2O), Metan (CH4) ve soğutucularda kullanılan soğutucu gazları. Atmosferdeki su buharı ve ozon seviyesinde biz bir değişiklik yapamıyoruz çünkü çok fazlalar ve kendi döngüleri var. Ancak karbondioksit, azot oksit ve metan miktarı oran olarak çok az ve bu nedenle en ufak bir eklememizin mutlaka bir etkisi oluyor. Ve biz Sanayi Devrimi’nin başından beri, toprak altında kalması gereken bu sera gazlarını (CO2, N2O ve CH4) enerji elde etmek, tarım arazisi açmak gibi türlü nedenlerle atmosfere salıyoruz. Üstelik yalnızca bunlar değil, gezegenimize başka etkilerimiz de oluyor. Sayılarla çok kafaları karıştırmak istemiyorum ama kısaca birkaç başlıkta gezegene etkimizi anlatacağım.

10 yılda atık miktarımızı günlük bazda kişi başı 20 gr artırmışız TUİK verilerine göre. Bu artış toplamda tüm nüfus için 7 milyon tona tekabül ediyor. 2020 yılında 32.3 milyon ton çöp çıkarmışız evlerimizden. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bu atıkların %65’inin kompost edilebilir organik atıklar olduğunu söylüyor, ama biz yalnızca BİNDE (evet binde) 36’sını kompost yapmışız. geri kalan %35 ise ambalaj atığı yani geri dönüştürülebilir, onların da %12’si geri dönüşmüş. geriye kalan yaklaşık 28 milyon ton çöp, düzenli/düzensiz katı atık depolama sahalarına gönderilmiş, bin ton ise nehirlere dökülmüş (evet hala bu yapılıyor).

Tatlı suları ele alalım. 2020 yılı TUİK Belediye istatistiklerine göre kişi başı yıllık 228 litre temiz su çekip, 189 litre atık su deşarj etmişiz. 10 yıl önceye göre toplamda 1.7 milyar m3 daha fazla temiz su kullanımı, 1.6 milyar m3 daha fazla kirli su deşarj etmişiz. Bu 2020 yılı için toplam 15.8 milyar m3 (5.5 Beyşehir Gölü) su deşarjı demek. Üstelik bu suyun yalnızca 4.4 milyar m3’ünü (1.2 Beyşehir Gölü) arıtmışız, gerisini kirli kirli doğaya bırakmışız. Çevre Mühendisleri Odası’nın 2018’de yaptığı bir çalışmaya göre sularımızın yalnızca %26’sı içilebilir derecede temizmiş, Türkiye’de bulunan toplam 750 dere ve gölden yalnızca 6’sı içilebilir temiz suya sahipmiş.

Denizlere baktığımızda durum daha vahim. Karadeniz’de RTEÜ tarafından, Akdeniz’de Greenpeace tarafından yapılan mikroplastik araştırmaları gerçekten endişe verici bir tablo çiziyor. Ortalama olarak deniz balıklarının %30’unda mikro ve nano plastiğe rastlanmış. Plastik türleri incelendiğinde poşetlerde kullanılan polietilen, peynir, yoğurt kaplarında, fırçalarda, oyuncaklarda kullanılan polipropilen (PP), su ve meşrubat şişelerinde kullanılan polietilen tetraftalat (PET) ve giysilerde bulunan polyester oldukları ortaya çıkmış. E tabii ki kaynakları belli, giysilerinuygun filtre olmayan makinalarda yıkanması, çöp depolama sahalarından uçarak nehirlere ve ardından denizlere ulaşan poşetler, şişeler, ayrıca kanalizasyonlara karışan temizlik ve kişisel bakım malzemelerinde bulunan aşındırıcı parçacıklar. Bu plastikler tek başların plastik olarak da gelmiyor, bir çok kıvamlandırıcı, renklendirici, yanma önleyici gibi kimyasalla geliyor. Artık kaçabileceğimiz bir yer de kalmadı, bebek kordonunda, anne sütünde, kanda ve akciğerlerde mikroplastik saptandı. Yani kendimize plastik yediriyoruz, ama balıklarla, ama diğer yollarla.

Bir de havaya bakalım. 1990 yılından bu yana taraf olduğumuz sözleşmeler uyarınca sera gazı salımlarımızı raporluyoruz. 1990 yılında kişi başına yıllık 3.95 ton sera gazı üretmişiz Türkiye’de. 2019’da bu rakam 6.1 ton’a çıkmış. 1990’dan 2019’a toplamda 219 milyon tondan 506 milyon tona çıkarmışız sera gazı salımlarımızı, bu %230’luk artış demek. Üstelik bu bizim ülkemizin “içinde” salınan sera gazları. Yani Çin’de üretilip buraya getirilen ve Türkiye’de satın alınarak kullanılan bir ürünün üretim ve taşımaya yönelik sera gazları bize yazılmıyor bile, halbuki bizim için üretilmişken. Çevre Mühendisleri Odası’nın yukarıda değindiğim raporu sera gazlarını da detaylıca ele almış. CO2’nin %86’sının endüstriyel enerji üretiminde, %34’ününün evlerde elektrik ve ısınmayla, %0.3’ünün ise tarım ve hayvancılıkta üretildiğini belirten rapor N2O ve CH4’ün %65’inin tarım ve hayvancılıkla -ki burada insana yönelik tarım yaklaşık olarak %1-2’ye tekabül ediyor, gerisi yine hayvan beslemek için olan tarım- %18’in ise atıklarla salındığını söylüyor.

Şimdi, bütün bunların biz bireylerle ne alakası var? Tüm bunlar bizlerin, her birimizin istediği hayatı sürmesi için gerçekleşiyor. ve bizim bir etkimiz oluyor. bu etkiye ayak izi diyoruz. Eğer karbon salımlarına bakarsak karbon ayak izi, su tüketimine bakarsak su ayak izi, ve toplam ekolojik etkimize bakarsak bu da ekolojik ayak izi olarak adlandırılıyor. Bu ayak izlerinin kesin olarak hesaplanması zor. Çünkü örneğin bir gözlüğü ele alalım, camı için kullanılan silisyumun elde edilmesi, camın eritilmesi için kullanılan ateşin kaynağı olan fosil yakıtın nasıl elde edilip çıkarıldığı ve taşındığı, yanma sırasındaki salımı, çerçevenin malzemesine göre kaynağı, o kaynak elde edilirkenki süreçlerin izi…. diye uzayıp giden bir liste var. Ama yine de yaklaşık hesaplar yapılabiliyor. Birey, kurum, etkinlik, ürün, süreç için ayak izi hesaplamaları yapılabiliyor. dolayısıyla seçimlerimizde bir bütçe gibi kullanabiliriz bu ayak izi kavramını.

Örneğin Türkiye’nin 2021 yılında kişi başı ortalama karbon ayak izi 6.1 ton, Dünyanın ise 4 tonmuş. Su ayak izi ise Türkiye’de kişi başına ortalama olarak 1977m3 iken dünyada 1243m3 imiş. Bunların farklı hesaplayıcıları var, internette küçük bir arama ile kolaylıkla ulaşabilirsiniz.

Ekolojik ayak izi kavramı ayrı bir yere sahip. Çünkü karşılığında dünyanın kendi kaynaklarını ne hızda yenilediğine yönelik biyolojik kapasite diye bir kavram var ve ekolojik ayak izi biyolojik kapasiteyi geçince limitimizi aşmış oluyoruz. limitimizi aşınca sonraki senelerin kaynaklarından yemeye başlıyoruz üstelik. 1970 yılından eri bu böyle, üstelik sürekli 1 Ocak’a daha da yaklaşıyor. Yalnızca COVİD-19 nedeniyle yaşanan kapanmalardan kaynaklı olarak dünyanın limit aşım günü önceki sene 30 Temmuzken 2020’de 22 Ağustos’a çekildi, ancak normalleşen dünyada, 2021 yılında limit aşım günü yine 29 Temmuz’a döndü. Türkiye için ise durum daha vahim, 2019’da 27 Temmuz olan Türkiye limit aşım günü, 2020’de 26 Haziran’a, 2021’de ise 22 Haziran’a ilerledi. 2022 yılında Dünya olarak 29 Temmuz’da limitimizi aştık, Türkiye olarak ise yine 22 Haziran’da limitlerimizi aştık.

Başlangıçta küresel ısınma ve iklim değişikliğinden, sebebinin ise tartışmasız insan olduğundan bahsetmiştim. Çünkü insanlar olarak fosil yakıt yakıyor, sonra saldığımız karbonu emecek olan ormanları keserek tarım alanına çeviriyoruz. Bu da aslında hızlandırıcı bir etki yaratıyor ve iklim değişikliği her gün daha hissedilir hale geliyor. Üstelik mesele sadece sıcaklık artışı değil. Sıcaklıkla birlikte atmosferdeki enerji miktarı da artıyor. Bu da dolu, ani bastıran ve sele neden olan yağış, yangınlara da neden olabilen sıcak hava dalgaları gibi aşırı hava olaylarının sıklığında da, şiddetinde de, süresinde de artışa sebep oluyor. Bununla da kalmıyor, hemen aşağımızda yer alan çöl kuşağı genişliyor, Akdeniz Havzasının özellikle çölleşeceği konuşuluyor ama ekvatorun etrafındaki o büyük çöl kuşağı her yeri tehdit ediyor. ılıman iklim kuşağı da kutuplara doğru kayıyor. bu bildiğimiz tarım yöntemlerinin, bitki adaptasyonlarının da bozulması demek, bu ise tarımda verimliliğin düşmesi hatta bitmesi demek. Üstelik verimlilik sadece sıcaklardan değil, daha geniş bir yayılım alanı bulabilecek tarım zararlıları nedeniyle de düşecek şeklimde düşünülüyor. Ilıman iklim kutuplara kayarken kara ve deniz buzulları da yavaş yavaş eriyor, bu da okyanus ve deniz seviyelerinde yükselme anlamına geliyor. tüm kara ve deniz buzulları eridiğinde suların 70 metre yükselmesi bekleniyor, ki İstanbul başta olmak üzere kalabalık nüfuslu dünya merkezleri hep bu seviyenin altında kalıyor.

Bir de okyanuslarda asitlenme konusu var. Atmosferdeki CO2 miktarı arttıkça, okyanuslar bu durumu dengelemek için atmosferden CO2 emiyor, ancak bu durum okyanuslarda asitlenmeye sebep oluyor. Okyanuslar öylece orada duran şeyler değil, gezegendeki yaşam döngüsünde çok önemli yere sahip. Okyanus yaşamında ise minik, kabuklu deniz canlıları (planktonlar) ve mercan resifleri önemli yere sahiptir, denizlerin oksijene doymasını sağlarlar çünkü. İşte bu minik deniz canlılarının kabukları okyanusların asitlenmesine karşı savunmasızdır. Asitlik arttıkça kabuklular azalır, okyanus yaşamı riske girer ve bunun gezegene ne gibi sonuçları olacağı bilinmez.

İşte dostlar, her birimizin etkisi bu kadar güçlü olabilir, eve nasıl gidip geldiğimiz, ne yediğimiz, neyle seyahat ettiğimiz kadar nasıl bir yaşam sürdüğümüz, bu zararlı sistemin neresinde yer aldığımız da çok önemlidir. Yani her bir tercihimizin bir ayak izi var, onun büyüğünden küçüğüne kararlar bizim elimizde. Top ne Amerika’da, ne petrol şirketlerinde ne de Çin’de. Top onların üretim ve satış yaptığı sıradan bireylerde. yani bizlerde. İşte bu nedenle sorumluluklarımızı üstlenip, “bir kişiden ne olacak ki?” demeden harekete geçme zamanı. Peki ne mi yapacağız? O da başka bir yazının konusu olsun

Sevgiler 💚.

1 Comment

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s